31 Ekim 2012 Çarşamba

Amaçsız....


Amaç nedir?

Tanımlamak lazım aslında öncelikle, ne amacımız var? Ne için bunca zahmete katlanıp yaşamak zorundayız, neden bir yerde yapabildiğimiz şeyleri her yerde yapamayacağımızı düşünür kendimizi o yere bağlarız? Neden bir şehirde çalışmak isteriz ama aslında başka şehirlerde daha çok iş imkanı bulabileceğimizi biliriz? Sadece özlemek mi şehri, uzak kalmaktan korkmak mı? Yoksa taşına toprağına hasret kalacağımızı düşünmek mi?

Açıkca söyleyeyim, benim bir yeri özleme gibi bir yeteneğim yok ne yazıkki... Özleyemiyorum artık, kaldığım yaşadığım yerlere karşı hiç bir şey kalmıyor içimde, vardı diyorum, yok oldu şimdi diyorum ve bitiyor... Olması gerekende bu değil mi zaten? Neden özlemem lazım ki?

Yaşananlar boşuna mı der gibisiniz sanki... Bir yere gidip bir şeyler yaşıyorsun, hayatının bir kısmı geçiyor orada... Haklısınız sizde, anılar ne kadar güzelse o kadar çok düşünüyor insan ama daha iyi yaşadığı bir yerde neden o geldiği yeri özlesin ki insan? Her zaman zaten değilmidir daha iyi bir yere geldiğimiz için bazı yerler geçmişte kalır?

Benim amacım vardı, ne olduğunu söylemek gibi bir niyetim yok...
Ama amaçsız olmayı amaç edineceğim bundan sonra... Bu güne kadar çok fazla amacım oldu, bunların büyük bir kısmını gerçekleştirdim, kendimi gösterdim, ıspatladım yada her neyse onu yaptım ama artık bunlar içinde boğulduğumu gördüm... Evet yanlış duymadınız, boğuldum... Boğuluyorum...

Aslında hayır...
Ben boğulmuyorum....
Ben boğulmayı bekliyorum...
Hani şarkıda diyor ya, "Artık cigara bile içebilirsiniz" diye...
Onun gibiyim işte...
Kaza yapmış bir denizaltında,
Yüzlerce metre suyun altında,
Azıcık bir oksijenle,
Tek başıma bir odadayım...
Beni kurtaracak ekibi bekliyorum...
Ama umutlar tükenmiş...
Soruyorum şamandıranın diğer ucundakine,
"Nedir durum? Kurtulacak mıyım?"
Verdiği cevap basit ve kısa...
Yine aynı sözcüklerle anlatıldı herşey;
"Konuşabilir, Türkü söyleyebilir, hatta Cigara bile içebilirdim" artık....

Boğuluyorum...


Boğuluyorum... 
yalnız kalabalıklar ortasında kalmışım 
susuyorum... 
söylenecek o kadar çok şey varken 
ben ölümlü bir ruh gibi susuyorum 
içimde anlam veremediğim bir zehir dolaşıyor 
ben kendi denizimde çırpınıyorum 
boğuluyorum... 
imdat çığlıkları atıyorum 
duyulmuyor... 
ben boğuluyorum 
yaşıyorum her acının en sonsuzunu 
görüyorum her bakışın altındaki yalanı 
sahte gülümsemeler arasında 
ben boğuluyorum... 
gülümseyemiyorum hayatın oyunlarına 
kendimi göremiyorum kendi boy aynamda 
yok oluşumu seyrediyorum 
bağırıyorum... 
sessiz çığlıklar arasında 
duyulmuyor 
ben boğuluyorum... 
üstümde sanki yedi cihan duruyor 
omuzlarım çökmüş gözlerim görmüyor 
yüzümdeki kırışıklıklar artıyor 
hepsine bir mazi yüklüyorum 
boğuluyorum... 
ummanın ortasında kalmışım 
gelen geçene bakıp içten içe ağlıyorum 
her gün tükeniyor yokoluyorum 
sessiz oluyor belki çığlıklarım 
ama feryad ediyorum 
gün geçtikçe azalıyorum 
her gün binlerce kez ölüyorum 
bağırıyorum duyulmuyor 
oysa ben kendi yarattığım denizimde 
boğuluyorum...
 
Yener Aksoy

8 Ekim 2012 Pazartesi

Kadının En Tatlı Yeri...



Kadının En Tatlı Yeri Neresidir? 
Düşündüm, bulmak için çaba gösterdim.. Hiç bir şeyin aslında tek başına tatlı olmadığını farkettim.. Kendi kendisine hiç bir şekilde tadı tuzu yoktur kadının....

Kadını kadın yapan şeyler vardır, bir kadını kadın yapan onun kalbidir, içini gerçekten sevdiğine açabildiği için...
Gözleridir, içindeki o parıltıyı güneş yaptığı sevdiği için...
Hüznüdür, dudaklarının kenarında sıkışıp kalan, belki söyleyemediği, belki haykırarak söyleyebildiği için...
Buz tutmuş parmaklarıdır kadının en tatlı yeri, hüznü hissetmediğinde parmaklarını uzatıp hissetmeye çalıştığı için...
Isınmıyor, konuşmuyor yada artık hiç gülmüyorsa, anılarda kalan çocukluğudur en tatlı yeri kadının... 
Muhakkak tatlı bir yeri vardır kadının,  yeterki severek bakan bir çift göz olsun üstünde.. Kadın severek gösterir sakladığı tadı...

Kadın bu, sevdiğine açtığı kalbi olan, içindeki parıltıyı sevdiğine güneş yapan, 
hüzünlü olduğunda dudaklarının kenarında sıkışıp kalan sözlerini iyi kötü söyleyebilen, 
acımı hissedemediğinde yine bile hissedemeyeceğini bile bile buz tutan parmaklarıyla ona dokunmaya çalışan, 
anılarda kalan çocukluğu yüzünden konuşmayan, kimselere ısınamayan, 
ama ona bakan bir çift göz olduğunda da severek tadını anlatan...

Kadındır bu, ne olursa olsun, severek gösterir sakladığı tadını...

(Değiştirerek Alıntı Yapılmıştır)

2 Ekim 2012 Salı

Bir Bahar Mucizesi




Gustav Klimt'in öpücük tablosu, yaptığı yıllarda oldukça büyük tartışmalara konu olmuştu. Dönemin kabul gören sanat anlayışını kabul edenler Gustav'ın bu eserini sanat içinde hak ettiği yere koymayı uzun süre engellemişlerdi.

Oysa ki ressamın bu eseri öyle bir sonsuzluk duygusunun yoğunluğunu taşır ki zamanın önemsizliği ve yakalanmış olan anın mükemmelliğini izleyiciye aktarır.

Tabloda kadın ve erkek figürleri bir uçurum kenarında öpüşüyorlar. Erkek figürüne bakıldığında o an hissettiği duygu yoğunluğu ve sarıldığı kadına duyduğu aşkı içinde kendini unutuşu anlaşılmaktadır. Kadın figürün ise gözleri kapalıdır bir eliyle adamın boynuna sarılmış olmasına rağmen diğer eliyle erkek figürünün ellerini itiyor gibi tasvir edilmiştir. Figürlerin saçlarına yerleştirilmiş çiçekler anın bir bahar gününde dondurulduğunu göstermektedir. Figürlerde kullanılmış keskin renk geçişleri, kadınla erkek figürleri arasındaki ayrıma vurgu yapmak ister gibidir. Dairesel desenler kadın dünyasının anlaşılmaz ama yumuşak belirsizliğini, köşeli, geometrik desenler ise erkek dünyasının netliği ve kesin duygularını simgelemektedir.

Eğer bu eserin evinizin duvarlarını süslemesi ve sizi yansıtmasını isterseniz İyiTablo galerimize buradan göz atabilirsiniz.

Gustav Klimt: (d. 14 Temmuz 1862 – ö. 6 Şubat 1918), Avusturyalı sembolist ressam. Viyana Sezession grubunun önemli üyelerindendir. Tablolarının yanı sıra duvar resimleri, eskizleri ve diğer eserleriyle de tanınır. Klimt'in birincil resim konusu kadın bedenidir, ve eserlerinde ince dekoratif süslemelerle beraber zarif bir erotizm göze çarpar.